Oysa gerçekler çok farklıdır. Doğa tarihi, bizlere farklı canlı sınıflamalarının yeryüzünde hiçbir "evrim" olmadan, bir anda ve kompleks yapılarıyla ortaya çıktıklarını göstermektedir. Farklı canlı türleri, birbirlerinden bağımsız bir biçimde, aralarında hiçbir "ara form" olmadan belirmişlerdir. Bu bölümde fosil kayıtlarını temel alarak doğanın gerçek tarihini inceleyeceğiz. Canlıların Sınıflandırılması Canlılar biyologlar tarafından belirli sınıflandırmalara ayrılırlar. "Taksonomi" ya da "sistematik" olarak da bilinen bu sınıflandırma, Linneaus olarak tanınan 18. yüzyıl İsveçli bilim adamı Carl von Linneaus'a kadar uzanır. Linneaus'un kurduğu sınıflandırma sistemi günümüze kadar geliştirilerek devam etmiştir.Bu sınıflama içinde hiyerarşik kategoriler vardır. Canlılar ilk önce "alem"lere ayrılırlar; bitkiler ya da hayvanlar alemi gibi. Sonra bu alemler kendi içlerinde filumlara ("şubelere") bölünür. Filumlar da daha alt gruplara ayrılırlar. Sınıflama yukarıdan aşağı şu şekildedir: Alem (Kingdom) Filum (Phylum, çoğulu Phyla) Sınıf (Class) Takım (Order) Aile (Family) Cins (Genus, çoğulu Genera) Species (Tür) Bugün biyologların çoğunluğu, beş (veya altı) ayrı alem olduğunu kabul eder. Bitkiler ve hayvanların yanında, mantarlar, protista (algler ve amip gibi hücre çekirdeği olan tek hücreliler) ve monera (bakteriler gibi hücre çekirdeği olmayan tek hücreliler) ayrı birer alem sayılır. Bazen bakteriler, öbakteri ve arkebakteri olarak iki alt gruba ayrılırlar; bazen de öbakteri, arkebakteri ve ökaryot olarak üç aleme ayrılırlar. Bu alemlerin en önemlisi, kuşkusuz hayvanlar alemidir. Hayvanlar aleminin kendi içindeki en büyük bölünme ise, başta belirttiğimiz gibi, farklı filumlardır. Bu filumlar belirlenirken, her birinin tamamen farklı vücut planlarına sahip oldukları göz önünde bulundurulmuştur. Örneğin Artropodlar (böcekler, örümcekler ve diğer eklem bacaklılar) kendilerine has bir filumdur ve filuma dahil edilen tüm canlılar temelde benzer bir vücut planına sahiptirler. Chordata olarak adlandırılan filum ise, notochord (embriyonun sırt tarafında omurgayı oluşturacak olan hücre kümesinin oluşturduğu uzun kordon) veya daha çok omuriliğe sahip olan canlıları barındırır. Bizim için tanıdık olan balıklar, kuşlar, sürüngenler, memeliler gibi omuriliğe sahip olan hayvanların tümü, Chordata'nın bir alt sınıfı olan omurgalılar kategorisine dahildir. Yaklaşık 35 farklı hayvan filumu arasında, ahtapotlar gibi yumuşak bedenli canlıları barından Molluska filumu ya da yuvarlak solucanları barındıran Nemotada filumu gibi çok farklı kategoriler vardır. Bu kategorilerin en önemli özelliği ise, başta da belirttiğimiz gibi tamamen farklı vücut planlarına sahip olmalarıdır. Filumların altındaki kategoriler, temelde benzer vücut planlarına sahiptir, ama filumlar birbirlerinden çok farklıdır. Biyolojik sınıflandırma hakkındaki bu genel bilgiden sonra, şimdi bu filumların nasıl ve ne zaman yeryüzünde ortaya çıktıkları sorusuna bakalım. Fosiller "Hayat Ağacı"nı Reddediyor...
Kısacası, Darwinizm'e göre, canlılık tek bir kökten gelen, ancak sonra dallara ayrılan bir ağaç gibi olmalıdır. Nitekim bu varsayım Darwinist kaynaklarda ısrarla vurgulanır ve "hayat ağacı" (tree of life) kavramı sık sık kullanılır. Bu hayat ağacına göre, canlılar arasındaki en temel sınıflandırma birimi olan filumların da, soldaki şemada görüldüğü gibi, kademe kademe ortaya çıkmış olması gerekir. Darwinizm'e göre önce tek bir filum oluşmalı, sonra diğer filumlar küçük küçük değişimlerle ve uzun zaman dilimleri içinde yavaş yavaş belirmelidir. Darwinizm'in bu varsayımına göre, hayvan filumlarının sayısında da kademeli bir artış yaşanmış olmadır. Yandaki çizim, Darwinist varsayımlara göre hayvan filumlarında beklenen kademeli sayı artışını göstermektedir. Darwinizm'e göre canlılık bu şekilde gelişmiş olmalıdır. Peki ama gerçekten de böyle mi olmuştur? Kesinlikle hayır. Aksine havyanlar, ilk ortaya çıktıkları dönemden itibaren çok farklı ve çok komplekstirler. Bugün bilinen tüm hayvan filumları, yeryüzünde aynı anda, Kambriyen Devir olarak bilinen jeolojik dönemde ortaya çıkmışlardır. Kambriyen Devir, yaşı 570-505 milyon yıl olarak hesaplanan 65 milyon yıllık bir jeolojik dönemdir. Ana hayvan gruplarının ani ortaya çıkış süresi Kambriyen Dönemi'nin, genellikle "Kambriyen patlaması" olarak bahsedilen daha da kısa bir dönemine rastlamaktadır. Stephen C. Meyer, Paul A. Nelson ve Paul Chien detaylı bir literatür araştırmasına dayanan, 2001 tarihli makalelerinde, "Kambriyen patlaması jeolojik zamanın, 5 milyon yıldan fazla sürmeyen, fazlasıyla dar bir zaman aralığında oluşmuştur." demektedirler.56 Bu devirden önceki fosil kayıtlarında, tek hücreli canlılar ve çok basit birkaç çok hücreli dışında hiçbir canlının izine rastlanmaz. Kambriyen Devir gibi son derece kısa bir dönem içinde ise (5 milyon yıl, jeolojik anlamda çok kısa bir zaman dilimidir.) bütün hayvan filumları, tek bir eksik bile olmadan bir anda ortaya çıkmışlardır!
Yarım milyar yıl önce... Bugün görmekte olduğumuz oldukça kompleks hayvan formları aniden ortaya çıkmışlardır. Bu an, 550 milyon yıl önce, Kambriyen Devrin tam başına rastlar ki, denizlerin ve yeryüzünün ilk kompleks yaratıklarla dolması bu evrimsel patlamayla başlamıştır. Günümüzde dünyanın her yanına yayılmış olan omurgasız takımları erken Kambriyen Devri'nde zaten vardır ve yine bugün olduğu gibi birbirlerinden çok farklıdırlar.57Aynı makalede Çin'deki, Chengjiang bölgesinde yer alan Kambriyen tabakalarını inceleyen paleontolog Jan Bergström'ün şu sözleri aktarılmaktadır: "Chengjiang faunası, günümüzdeki büyük hayvan filumlarının erken Kambriyen Devri'nde zaten olduklarını ve yine bugün olduğu gibi birbirlerinden çok farklı olduklarını ortaya koymaktadır."58 Dünyanın nasıl olup da böyle birdenbire birbirlerinden çok farklı filumlarla dolup taştığı, hiçbir ortak ataya sahip olmayan farklı canlıların nasıl ortaya çıktığı, evrim teorisine göre asla cevaplandırılamayan bir sorudur. Darwinizm'in dünya çapındaki en önde gelen savunucularından biri olan İngiliz biyolog Richard Dawkins, bu gerçek hakkında şunları söylemektedir: ... Kambriyen katmanları, başlıca omurgasız gruplarını bulduğumuz en eski katmanlardır. Bunlar, ilk olarak ortaya çıktıkları halleriyle, oldukça evrimleşmiş bir şekildeler. Sanki hiçbir evrim tarihine sahip olmadan, o halde, orada meydana gelmiş gibiler.59
Darwinist teori, canlılığın bir tür "giderek genişleyen bir farklılık üçgeni" içinde geliştiğini öngörür. Buna göre canlılık, ilk canlı organizmadan ya da ilk havyan türünden başlayarak, giderek farklılaşmış ve biyolojik sınıflandırmanın daha yüksek kategorilerini oluşturmuş olmalıdır. Ama hayvan fosilleri bizlere bu üçgenin gerçekte başaşağı durduğunu göstermektedir: Filumlar henüz ilk anda hep birlikte vardır, sonra giderek sayıları azalır.60
Görüldüğü gibi, Kambriyen öncesi (Prekambriyen) dönemde sadece tek hücreli canlıların oluşturduğu üç farklı filum vardır. Kambriyende ise, 60-100 arasında farklı hayvan filumu bir anda ortaya çıkmıştır. İlerleyen dönemde ise bu filumların bir kısmının soyları tükenmiş, günümüze kadar sadece bazı filumlar ulaşmıştır.
"Hayvanların tüm tarihindeki en önemli evrimsel olay" olarak tanımlanan Kambriyen patlaması, daha sonra da varlıklarını koruyacak olan bütün temel vücut formlarını (filumları) ortaya koymuştur. Bunların bir kısmının daha sonra soyları tükenmiştir. Bazı tahminler, şu anda var olan 30 farklı hayvan filumu ile karşılaştırıldığında, Kambriyen patlamasının yaklaşık 100 kadar farklı filumu ortaya çıkardığı yönündedir.61 Burgess Shale Fosil Yatağı Lewin, Darwinizm'e duyduğu sadakat adına Kambriyen Devri'ndeki bu olağanüstü olayı "evrimsel olay" olarak tanımlamaya devam etmektedir, ama eldeki bulguların hiçbir evrimci yaklaşımla açıklanamayacağı açıktır. İşin ilginç yanı, yeni fosil bulgularının evrim teorisinin Kambriyen sorununu giderek daha da büyütmesidir. Ünlü bilim dergisi Trends in Genetics (TIG), Şubat 1999 tarihli sayısında bu konuyu ele almıştır. Kanada'nın British Columbia eyaletinde yer alan Burgess Shale adlı fosil yatağındaki Kambriyen Dönemi fosillerinin konu edildiği yazıda, bu bölgedeki fosil bulgularının evrim teorisine göre bir türlü açıklanamadığı kabul edilmektedir.Burgess Shale'deki söz konusu fosil yatağı, çağımızın önemli paleontolojik bulgularından biri sayılmaktadır. Kambriyen devre ait bu fosil canlıların özelliği, çok farklı filumlara ait olmaları ve önceki tabakalarda hiçbir ataları olmadan, bir anda ortaya çıkmalarıdır. TIGdergisi, Darwinizm'in önündeki bu büyük paleontolojik sorunu şöyle ifade etmektedir: Küçük bir mekanda bulunmuş olan bu fosillerin, evrim biyolojisindeki bu büyük sorunla ilgili hararetli tartışmanın tam merkezinde yer alması oldukça garip gözükebilir. Fakat bu tartışmalara neden olan şey, Kambriyen Devri'nde yaşayan hayvanların fosil kayıtlarında şaşırtıcı bir bollukta ve birdenbire belirmeleridir. Radyometrik tarihlendirmelerin daha kesin sonuçları ya da giderek artan yeni fosil bulguları ise, sadece bu biyolojik devrimin aniliğini ve alanını keskinleştirmiştir. Yeryüzünün yaşam potasındaki bu değişimin büyüklüğü bir açıklama gerektirmektedir. Şu ana kadar birçok tez ileri sürülmüş olsa da, genel fikir hiçbirinin ikna edici olmadığıdır.62"Hiçbiri ikna edici olmayan" bu fikirler, evrimci paleontologlara aittir. TIG dergisi bu konuda iki ünlü otoriteden söz etmektedir: Stephen J. Gould ve Simon Conway Morris. Her ikisi de Burgess Shale'deki "aniden ortaya çıkış"ı evrime göre açıklayabilmek için birer kitap yazmıştır. Gould'un kitabı Wonderful Life, Morris'inki ise The Crucible of Creation:The Burgess Shale and the Rise of Animals adını taşımaktadır. Ancak bu iki otorite de, TIG dergisinin vurguladığı gibi, ne Burgess Shale fosillerini ne de genel olarak Kambriyen devre ait diğer fosil kayıtlarını bir türlü açıklayamamaktadır. Tüm Filumların Aynı Anda Ortaya Çıkışı Kambriyen patlaması incelendikçe, bunun evrim teorisi için ne kadar büyük bir çıkmaz olduğu daha açık ortaya çıkmaktadır. Son yılların bulguları, en temel hayvan sınıflamaları olan filumların neredeyse tamamının Kambriyen Devri'nde aniden ortaya çıktıklarını göstermektedir. Science dergisinde yayınlanan 2001 yılına ait bir makalede, "Yaklaşık 545 milyon yıl önce yaşanan Kambriyen Devri'nin başlangıcı, bugün hala canlı dünyaya hakim olan neredeyse tüm hayvan tiplerinin (filumların) fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkışına sahne oldu." denilmektedir.63 Aynı makalede, böylesine kompleks ve birbirinden tamamen farklı canlı gruplarının evrim teorisine göre açıklanabilmesi için, önceki devirlere ait çok zengin ve aşamalı bir gelişimi gösteren fosil yatakları bulunması gerektiği, ama bunun söz konusu olmadığı şöyle açıklanmaktadır: "Bu farklılaşmalı evrim ve yayılış da, kendisinden daha önce yaşamış olması gereken bir grubun varlığını gerektirir, ama buna dair bir fosil kanıtı yoktur."64
Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmişlerdir. Eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde üstün bir Akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir.65Görüldüğü gibi fosil kayıtları, canlıların, evrimin iddia ettiği gibi ilkelden gelişmişe doğru bir süreç izlediklerini değil, bir anda ve en mükemmel halde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Bu ise, canlılığın bilinçsiz doğal süreçlerle değil, bilinçli bir yaratılışla var olduğuna kanıt oluşturmaktadır. New York State Üniversitesi'nden Ekoloji ve Evrim Profesörü Jeffrey S. Levinton, Scientific Americandergisine yazdığı "Hayvan Evriminin Big Bang'i" başlıklı bir makalesinde bu gerçeği istemeden de olsa kabul etmekte ve "Kambriyen Devri'nde çok özel ve gizemli bir yaratıcı gücün varlığını görüyoruz" demektedir.66 Moleküler Karşılaştırmalar, Evrimin Kambriyen Çıkmazını Büyütüyor Evrim teorisini Kambriyen patlaması konusunda giderek daha fazla açmaza sokan bir diğer gerçek, farklı canlı kategorileri arasında yapılan genetik karşılaştırmalardır. Bu karşılaştırmaların sonuçları, evrimci biyologların yakın zamana kadar "yakın akraba" saydıkları hayvan kategorilerinin genetik olarak çok farklı olduklarını ortaya koymakta, böylece zaten sadece teoride var olan "ara form" varsayımlarını temelden çökertmektedir. Proceedings of the National Academy of Sciences dergisinde 6 ayrı bilim adamının imzasıyla yayınlanan 2000 tarihli bir makalede, DNA analizlerinin "eskiden ara form sayılan" kategorileri bu durumdan çıkardığı şöyle açıklanmaktadır:DNA sekans analizleri, filogenetik ağaçlar için yeni yorumlar gerektirmektedir. Metazoa (çok hücreli canlılar) ağacının tabanında yer alan ve daha önceden birbirini izleyen komplekslik derecelerini temsil ettikleri düşünülen canlı sınıflamaları, yer değiştirmekte ve ağacın çok daha üst kısımlarına taşınmaktadır. Bu, geriye hiçbir evrimsel "ara form" bırakmamaktadır ve bizi Bilateria (simetrik vücuda sahip canlılar)ın kompleksliğinin kökeni hakkında yeniden düşünmeye zorlamaktadır.67Yine aynı makalede, evrimci yazarlar, daha önceden süngerler, cnidarianlar, ctenophorlar gibi omurgasız deniz canlıları grupları arasında "ara form" saydıkları bazı kategorilerin, yeni genetik bulgular nedeniyle artık böyle sayılamayacaklarını belirtmekte ve bu gibi evrim ağaçları kurgulama konusunda artık "ümitlerini yitirdiklerini" şöyle ifade etmektedirler: Yeni moleküler temelli filogeninin bazı önemli sonuçları vardır. Bunların en önemlisi, süngerler, cnidarians ve ctenophores arasındaki "ara form" sınıflamaların ve bilateryen canlıların son ortak atasının, yani "urbilateria"nın ortadan kalkmasıdır... Bunun doğal sonucu olarak, urbilateria'ya giden soy ağacında çok büyük bir boşluğumuz var... Kademeli bir biçimde giderek artan bir komplekslik senaryosu yoluyla, "boşluktaki atayı" yeniden inşa etme yönündeki umudumuzu -ki bu eski evrimsel mantık yürütmede çok yaygındır- kaybetmiş bulunuyoruz.68 Trilobitler ve Darwin Kambriyen Devri'nde aniden ortaya çıkan farklı canlı gruplarının en ilginçlerinden biri, sonradan soyları tükenmiş olan trilobitlerdir.Artropodlar filumuna dahil olan trilobitler, sert kabukları, boğumlu vücutları ve kompleks organları ile çok karmaşık canlılardır. Fosil kayıtları, trilobitlerin gözleri hakkında dahi çok detaylı tespitler yapılmasını sağlamıştır. Bir trilobit gözü yüzlerce küçük petekten oluşur ve bu peteklerin her birinin içinde çift mercek yer alır. Bu göz yapısı tam bir yaratılış harikasıdır. Harvard, Rochester ve Chicago Üniversiteleri'nden jeoloji profesörü David Raup; "Trilobitler, 450 milyon yıl önce, ancak günümüzün iyi eğitim görmüş ve hayal gücü son derece güçlü bir optik mühendisi tarafından geliştirilebilecek kadar iyi bir tasarımı kullanıyorlardı." demektedir.69
Artropod filogenilerinin kadistik analizleri (karşılaştırmalı anatomiye dayalı yöntemlerle yapılan analizler), trilobitlerin eucrustaceanlar gibi, artropod ağacındaki oldukça ilerlemiş "dallar" olduğunu göstermektedir. Bu iddia edilen gelişmiş artropod ataların varlığına dair ise bir fosil yoktur... (Trilobitlerin) Daha erken bir kökeni olduğu keşfedilse bile, yine de Kambriyen'in başlangıcındaki bu kısa zaman diliminde, neden bu kadar çok hayvanın vücut ölçüsü açısından büyüdüğünü ve kabuk edindiğini açıklamak bir sorun olarak kalacaktır.70
Sonuçta, eğer benim teorim doğruysa, en eski Siluryen tabakasının oluşumundan önce, çok uzun zaman dilimleri geçmiş olmalı, Siluryen Devri'nde bugüne kadar geçmiş olan zaman kadar uzun zaman dilimleri. Ve henüz bilinmeyen bu zaman dilimleri içinde dünya canlı yaratıklarla dolup taşmış olmalı. Bu büyük zaman dilimlerine ait fosil kayıtlarını neden bulamadığımız sorusu karşısında ise, verebilecek tatmin edici bir cevabım yok.71Darwin "eğer teorim doğruysa, dünya Siluryen (Kambriyen) Devri öncesinde yaşayan canlılarla dolup taşmış olmalı" demişti. Bu canlıların neden hiçbir fosili olmadığı sorusuna ise, tüm kitabı boyunca tekrarladığı "fosil kayıtları çok yetersiz" bahanesiyle cevap bulmaya çalışmıştı. Ama bugün fosil kayıtlarının yeterli olduğu ve Kambriyen Devri canlılarının bir ataları olmadığı ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu ise Darwin'in, "eğer teorim doğruysa" diye başladığı cümlesini geri çevirmemizi gerektirmektedir; Darwin'in varsayımları tutmamıştır ve dolayısıyla teorisi doğru değildir. Kambriyen Devri'ne ait kayıtlar, hem trilobitler gibi kompleks canlı vücutlarıyla, hem de çok farklı canlı vücutlarının aynı anda ortaya çıkmasıyla, Darwinizm'i yıkmaktadır. Darwin, kitabında "Eğer aynı sınıfa ait çok sayıdaki tür gerçekten yaşama bir anda ve birlikte başlamışsa, bu doğal seleksiyonla ortak atadan evrimleşme teorisine öldürücü bir darbe olurdu." diye yazmıştır.72 Kambriyen Devri'nde ise, başta da belirttiğimiz gibi, türler gibi benzer kategoriler bir yana, 60-100 arasında farklı havyan şubesi yaşama bir anda ve birlikte başlamıştır. Bu, tam olarak Darwin'in "öldürücü darbe" olarak tarif ettiği tabloyu ispatlamaktadır. Bu yüzden İsveçli paleontolog Stefan Bengston, Kambriyen Devri'nden söz ederken "Darwin'i şaşırtan ve utandıran bu olay bizi de hala şaşırtmaktadır." der.73 Trilobitler hakkında belirtilmesi gereken bir diğer konu da, bu canlılardaki 530 milyon yıllık petek göz sisteminin, bugüne kadar hiç değişmeden gelmiş olmasıdır; arı ya da yusufçuk gibi günümüzdeki bazı böcekler de aynı göz yapısına sahiptir.74 Bu bulgu, evrim teorisinin canlıların ilkelden karmaşığa doğru geliştiği yönündeki iddiasına da yine "öldürücü bir darbe" indirmektedir. Omurgalı Canlıların Evrimi İddiası Kambriyen Devri'nde aniden ortaya çıkan hayvan filumlarından biri, başta da belirttiğimiz gibi merkezi bir sinir ağına sahip olan Chordata filumudur. Chordata ya da Türkçe'de kullanılan karşılığıyla "kordalılar"ın bir alt sınıfı ise, omurgalılardır. Balıklar, amfibiyenler, sürüngenler, kuşlar ve memeliler gibi temel sınıflara ayrılan omurgalılar, kuşkusuz hayvanlar aleminin en önemli canlılarını oluştururlar.Evrimci paleontologlar, her canlı filumunu bir başka filumun evrimsel devamı olarak görmeye çalıştıkları için, kordalıların bir başka omurgasız filumundan evrimleştiğini iddia ederler. Ancak tüm filumlar gibi Chordata filumunun üyelerinin de Kambriyen Devri'nde ortaya çıkmış olması, bu iddiayı ilk baştan tutarsız hale getirmektedir. Önceki sayfalarda belirttiğimiz gibi, 1999 yılında 530 milyon yıllık Kambriyen balıkları bulunmuştur ve bu çarpıcı bulgu evrim teorisinin bu konudaki tüm iddialarını yıkmaya yeterlidir. Kambriyen Devri'nde belirlenen en eski kordalı ise, Pikaia adı verilen, uzun bir vücuda sahip ve ilk bakışta solucanları andıran deniz canlısıdır.75 Pikaia, atası olarak öne sürülebilecek tüm diğer filumlardaki türlerle aynı anda ve hiçbir ara form olmadan ortaya çıkmıştır. Evrimci biyolog Prof. Mustafa Kuru, Omurgalı Hayvanlar adlı kitabında bu ara form yokluğunu şöyle ifade eder: Kordalıların omurgasız hayvanlardan oluştuğu konusunda kuşku yoktur. Yalnız omurgasızlarla, kordalılar arasındaki geçişi aydınlatacak bir fosilin bulunmaması, bu konuda birçok varsayımın ortaya atılmasına neden olmuştur.76Eğer ortada bir ara geçiş formu yok ise, nasıl olur da "bu evrimin gerçekleştiği konusunda kuşku yoktur" denilebilir? Bir varsayımı, onu destekleyen delil olmadığı halde hiç kuşku duymadan kabul etmek, bilimsel değil dogmatik bir tavırdır. Nitekim Sayın Prof. Kuru, yukarıdaki ifadesinden sonra omurgalıların kökeni hakkındaki evrimci varsayımları uzun uzun anlattıktan sonra, ortada bir delil olmadığını bir kez daha kabul etmek durumunda kalmaktadır: Kordalıların kökeni ve evrimi konusunda yukarıda belirtilen görüşler, herhangi bir fosil kaydına dayanmadığından, her zaman kuşku ile karşılanmıştır.77Evrimci biyologlar kimi zaman "kordalıların ve diğer omurgalıların kökeni hakkında fosil kaydı bulunmayışının nedeni, omurgasız canlıların yumuşak dokulu olmaları ve dolayısıyla fosil izi bırakmamalarıdır" gibi bir açıklama öne sürerler. Oysa bu açıklama gerçekçi değildir, çünkü omurgasız canlılara ait de çok sayıda fosil kalıntısı vardır. Kambriyen Devri canlılarının hepsi omurgasızdır ve bu türlere ait on binlerce fosil örneği bulunmuştur. Örneğin Kanada'daki Burgess Shale yatağında yumuşak dokulu pek çok canlının fosili vardır; bilim adamları Burgess Shale gibi bölgelerde, canlıların oksijen oranı çok düşük çamur tabakaları ile aniden kaplandıklarını ve bu sayede yumuşak dokularının dağılmadan fosilleştiğini düşünmektedirler.78 Evrim teorisi, Pikaia gibi ilk kordalıların da zamanla balıklara dönüştüğünü varsayar. Ancak "kordalıların evrimi" iddiasını destekleyecek herhangi bir ara form fosili bulunmadığı gibi, "balıkların evrimi" iddiasını destekleyecek bir fosil de yoktur. Aksine, tüm farklı balık kategorileri, fosil kayıtlarında bir anda ve hiçbir ataları olmadan ortaya çıkarlar. Robert Carroll evrimcilerin içinde bulundukları, erken dönem omurgalıları arasındaki çeşitli sınıfların kökenine ilişkin çıkmazı şöyle itiraf eder: Halen sefalokordatlar ve kraniyatlar arasındaki geçişin doğasına ilişkin hiçbir delilimiz yoktur. En erken döneme ait yeterince bilinen omurgalılar zaten kraniyatların fosiller içinde saklamasını bekleyebileceğimiz tüm tanımlayıcı özellikleri sergilemektedir. Çeneli omurgalıların kökenini açığa çıkartabilecek bilinen hiçbir fosil yoktur.79
Kemikli balıkların her üç sınıfı da, fosil tabakalarında aynı anda ve aniden ortaya çıkarlar... Peki ama bunların kökenleri nedir? Bu denli farklı ve kompleks yaratıkların ortaya çıkmasını ne sağlamıştır? Ve neden kendilerine bir ata oluşturabilecek canlıların izlerinden eser yoktur?80
Kara Canlılarının Evrimi İddiası Dört ayaklılar (tetrapodlar), karada yaşayan omurgalı canlıların geneline verilen isimdir. Bu sınıflama içinde amfibiyenler, sürüngenler ve memeliler yer alır. Evrim teorisinin dört ayaklıların kökeni hakkındaki varsayımı ise, bu canlıların suda yaşamakta olan balıklardan evrimleştiği yönündedir. Oysa bu iddia, hem fizyolojik ve anatomik yönlerden çelişkilidir, hem de fosil kayıtları yönünden temelsizdir.Bir balığın karada yaşamaya uygun hale gelmesi için, solunum sistemi, boşaltım mekanizması, iskelet yapısı gibi farklı yönlerden çok büyük değişimler geçirmesi gerekir. Solungaçlar akciğere dönüşmeli, yüzgeçler vücut ağırlığını taşıyacak biçimde ayak özelliği kazanmalı, vücut artıklarını arıtmak için böbrekler oluşmalı, deri sıvı kaybetmeyi engelleyecek bir yapı kazanmalıdır. Tüm bu değişimler gerçekleşmediği sürece, bir balık karaya çıktığında en fazla birkaç dakika yaşayacaktır. Peki kara canlılarının kökeni evrim teorisine göre nasıl açıklanır? Evrimci literatüre bakıldığında, bu konudaki bazı yüzeysel yorumlarınLamarckist mantıklar taşıdığını görebiliriz. Örneğin yüzgeçlerin ayaklara dönüşmesi konusunda, "yüzgeçler, balıkların karada sürünmeye çalışmalarıyla birlikte yavaş yavaş ayak haline geldi" gibi yorumlar yapılmaktadır. Türkiye'nin önde gelen evrimci bilim adamlarından biri olan Prof. Ali Demirsoy şöyle yazmaktadır: "Belki çamurlu sularda sürüne sürüne bu akciğerli balıkların yüzgeçleri bir zaman sonra amfibi ayağı şeklinde gelişmiştir."81 Bu yorumlar başta da belirttiğimiz gibi Lamarckist bir mantığa dayanmaktadır. Çünkü yorumun temelinde "kullanılan organın gelişmesi" ve bunun sonraki nesillere aktarılması kavramları vardır. Lamarck'ın bir asır önce bilimin dışına itilmiş olan teorisi, görünen odur ki, hala evrimci biyologların bilinçaltlarında büyük bir etkiye sahiptir. Söz konusu Lamarckist ve dolayısıyla bilim dışı senaryoları bir kenara bırakırsak, doğal seleksiyon ve mutasyona dayalı olan senaryoları incelememiz gerekir. Bu mekanizmalarla düşündüğümüzde ise, sudan karaya geçiş iddiasının tümüyle çıkmaz içinde olduğunu görürüz.
Böyle bir mutasyon zincirini hiçbir evrimci biyolog savunmaz, çünkü bu düşüncenin saçmalığı ve imkansızlığı ortadadır. Buna karşılık, evrimciler "ön-adaptasyon" (pre-adaptation) kavramından söz ederler. Bunun anlamı, balıkların, karada yaşamak için gerekli olan değişimleri, henüz suda yaşarken edindikleridir. Yani, bu teoriye göre, bir balık türü, henüz suda yaşarken ve hiç ihtiyaç duymazken, karada yaşamasını sağlayacak özellikleri kazanmıştır. "Hazır" hale gelince de karaya çıkıp burada yaşamaya başlamıştır. Ancak böyle bir senaryonun evrim teorisinin kendi varsayımları içinde bile bir mantığı yoktur. Çünkü denizde yaşayan bir canlının karaya uygun özellikler kazanması, onun için bir avantaj oluşturmayacaktır. Dolayısıyla bu özelliklerin doğal seleksiyon tarafından seçilerek oluştuğunu ileri sürmenin hiçbir mantıklı temeli yoktur. Aksine, doğal seleksiyonun "ön-adaptasyon" geçiren bir canlıyı elemesi gerekir, çünkü bu canlı karada yaşamaya uygun özellikler kazandıkça denizde dezavantajlı hale gelecektir.
Evrimle ilgili "kayıp halkalara" ilişkin geleneksel hikayeler, kendi içlerinde test edilebilir değildir, çünkü olayların tek bir olası gidişatı vardır- hikaye tarafından ifade edilen. Eğer hikayeniz bir grup balığın nasıl karaya doğru emeklediği ve bacaklarının nasıl evrimleştiği ise, bunu yalnızca bir kez oluşabilecek bir olay olarak görmeye zorlanıyorsunuz, çünkü hikayenin gidiş yolu budur. Hikayeye itibar edersiniz ya da etmezsiniz –başka alternatifler yoktur.82Sadece evrimin sözde mekanizmaları değil, fosil kayıtları ve yaşayan tetrapodlar üzerinde yapılan araştırmalar neticesinde elde edilen bulgular da, evrim teorisinin açmazda olduğunu açıkça göstermektedir. Robert Carroll, "Ne fosil kayıtları ne de modern familya cinslerindeki gelişmeler üzerindeki çalışmalar henüz tetrapodlardaki vücuda eklemlerle bağlanan organ çiftlerinin nasıl evrimleştiğine ilişkin tam bir resim sunamamaktadır." diye itiraf etmek zorunda kalır.83
Evrimci doğa tarihçileri dört ayaklıların atası olarak genellikle Rhipidistian ya daCœlacanth sınıflarına ait balıkları sayarlar. Bunlar, Crossopterygian takımına ait balıklardır ve evrimcileri umutlandıran tek özellikleri, yüzgeçlerinin diğer balıklara göre "etli" oluşudur. Oysa bu balıklar birer ara form değildir ve amfibiyenlerle aralarında doldurulamaz anatomik ve fizyolojik uçurumlar vardır. Balıkların amfibiyenlerin evrimsel atası sayılamamasının en önemli nedenlerinden biri, aralarındaki çok büyük anatomik farklılıklardır. Bunun iki örneği, tetrapodların kökenine ilişkin evrimsel senaryoların çoğunda kullanılan Eusthenopteron (soyu tükenmiş bir balık) ve Acanthostega (soyu tükenmiş bir amfibiyen)'dır. Robert Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution adlı kitabında aralarında evrimsel ilişki olduğu iddia edilen bu canlılar hakkında aşağıdaki yorumu yapmaktadır: Eusthenopteron ve Acanthostega, balık ve amfibiyenler arasındaki geçişin son noktaları olarak alınabilir. Bu iki cins arasında karşılaştırması yapılabilecek 145 anatomik özellikten, 91'i karada yaşama adaptasyonla ilişkili değişiklikler göstermiştir... Bu, Paleozoik tetrapodların on beş temel grubunun kökeniyle ilgili geçişlerin herhangi birinde ortaya çıkan değişikliklerin sayısından çok daha fazladır.84145 anatomik özelliğin üzerinde 91 değişiklik... Ve evrimciler bütün bunların yaklaşık 15 milyon yıllık bir süreç içinde, bir dizi rastgele mutasyon sonucunda oluştuğuna inanmaktadırlar.85 Böyle imkansız bir senaryoya inanmak evrim teorisini ayakta tutabilmek için gerekli olabilir, ancak bu bilime ve mantığa aykırı bir inançtır. Aynı durum diğer balık-amfibiyen senaryoları için de geçerlidir. Naturedergisinin editörü Henry Gee, Ichthyostega (Acanthostega'ya çok benzer özellikleri olan soyu tükenmiş bir amfibiyen) üzerine temellendirilmiş bir başka senaryo üzerinde şöyle bir yorum yapar: Ichthyostega'nın balıklar ve daha sonraki dönem tetrapodları arasındaki kayıp halka olduğuna dair açıklama, üzerinde çalışıyor olmamız gereken canlıdan çok, ön yargılarımızı ortaya koymaktadır. Gerçek bizim hayal edebileceğimizden daha büyük, daha acayip ve daha farklı olduğu zaman, gerçeğin üzerine kendi sınırlı deneyimimizi temel alarak sınırlandırılmış bir görüşü ne denli empoze ettiğimizi gösterir.86Amfibiyenlerin kökenine ilişkin bir başka dikkate değer özellik de, üç amfibiyen kategorisinin ani ortaya çıkışıdır. R. Carroll "Kurbağalar, caecilianlar ve semenderlerin en erken fosillerinin tümü Erken Jura Dönemi'nden Orta Jura Dönemi'ne kadar görülmektedir. Hepsi şu anda yaşayan torunlarının önemli özelliklerinden çoğunu taşımaktadır."87 der. Başka bir deyişle, bu hayvanlar aniden ortaya çıkmışlar ve o dönemden bu yana hiçbir "evrime" maruz kalmamışlardır. Cœlacanth Hakkındaki Evrimci Spekülasyonlar Cœlacanth sınıfına dahil olan balıklar, bir zamanlar balıklar ve amfibiyenler arasında yer alan çok güçlü bir ara form delili sayılıyorlardı. Evrimci biyologlar, bu canlının fosillerinden yola çıkarak, canlının vücudunda ilkel (tam işlev görmeyen) bir akciğer bulunduğunu ileri sürmüşlerdi. Bu pek çok bilimsel kaynakta anlatılıyor, hatta Cœlacanth'ı denizden karaya çıkarken gösteren çizimler yayınlanıyordu. Ve tüm bunlar, canlının soyu tükenmiş bir tür olduğu varsayımına dayanıyordu.Ancak 22 Aralık 1938'de Hint Okyanusu'nda çok ilginç bir keşif yapıldı. 70 milyon yıl önce soyu tükenmiş bir ara geçiş formu olarak tanıtılan Cœlacanth ailesinin Latimeria türüne ait canlı bir üyesi okyanusun açıklarında ele geçti! Cœlacanth'ın "kanlı-canlı" bir örneğinin bulunması, evrimciler açısından büyük bir şoktu kuşkusuz. Evrimci paleontolog J. L. B. Smith, "Yolda dinozora rastlasaydım, daha çok şaşırmazdım." demişti.88 İlerleyen yıllarda başka bölgelerde de 200'den fazla Cœlacanth yakalandı.
Bunun üzerine, Cœlacanth'ın evrimci yayınlardaki popülaritesi bir anda yok oldu. Peter Forey adlı evrimci paleontolog, Naturedergisinde yayınlanan bir makalede bu konuda şunları söylüyor: Cœlacanthlar'ın tetrapodların atasına yakın olduğuna dair görüş uzun süredir kabul gördüğü için, Latimeria'nın (canlısının) bulunmasıyla birlikte, balıklardan amfibiyenlere geçişi hakkında doğrudan bilgilerin elde edileceği ümit edilmişti... Ama Latimeria'nın anatomisi ve fizyolojisi üzerinde yapılan incelemeler, bu ilişki varsayımının sadece bir temenniden ibaret olduğunu ve Cœlacanth'ın bir "kayıp bağlantı" olarak gösterilmesinin bir dayanağının olmadığını ortaya koydu.91Böylece balıklar ve amfibiyenler arasındaki tek ciddi ara form iddiası da geçersiz hale geldi.
Sudan Karaya Geçiş İddiasının Fizyolojik Engelleri Balıkların kara canlılarının atası olduğu iddiası, fosil bulguları kadar anatomik ve fizyolojik incelemeler tarafından da geçersiz kılınmaktadır. Deniz canlıları ile kara canlıları arasındaki büyük anatomik ve fizyolojik farkları incelediğimizde, bu farkların rastlantılara dayalı kademeli bir evrim süreci tarafından giderilmesinin mümkün olmadığını görürüz. Söz konusu farkların en belirginlerini şöyle sıralayabiliriz:1. Ağırlığın taşınması: Denizlerde yaşayan canlılar kendi ağırlıklarını taşımak gibi bir sorunla karşılaşmazlar. Vücut yapıları da böyle bir işleve yönelik değildir. Oysa karada yaşayanların büyük bir kısmı enerjilerinin %40'ını vücutlarını taşımak için kullanırlar. Kara yaşamına geçtiği iddia edilen bir su canlısının bu enerji ihtiyacını karşılayabilecek yeni kas ve iskelet yapısına gereksinim duyması kaçınılmazdır, fakat bu kompleks yapıların rastgele mutasyonlarla oluşması da mümkün değildir. Evrimcilerin, Cœlacanth ve benzeri balıkları "kara canlılarının atası" olarak hayal etmelerinin asıl nedeni ise, bu balıkların yüzgeçlerinin kemikli oluşudur. Bu kemiklerin zamanla ağırlık taşıyıcı ayaklara dönüştüğünü varsayarlar. Ancak bu balıkların kemikleri ile kara canlılarının ayakları arasında çok temel bir fark vardır: Balıklardaki kemikler, canlının omurgasına bağlı değildir. Omurgaya bağlı olmadıkları için de ağırlık taşıma gibi bir işlev üstlenemezler. Kara canlılarında ise kemikler doğrudan omurgaya bağlıdır. Dolayısıyla, bu yüzgeçlerin yavaş yavaş ayaklara dönüştükleri iddiası da temelsizdir.
3. Suyun kullanımı: Canlılar için kaçınılmaz bir ihtiyaç olan su, kara ortamında az bulunur. Bu nedenle suyun, hatta nemin ölçülü kullanılması zorunludur. Örneğin deri, su kaybetmeyi ve buharlaşmayı önleyecek şekilde olmalıdır. Canlı susama duygusuna sahip olmalıdır. Oysa suda yaşayan canlıların susama duygusu bulunmaz ve derileri de susuz ortama uygun değildir. 4. Böbrekler: Su canlıları, başta amonyak olmak üzere vücutlarında biriken artık maddeleri, bulundukları ortamda su bol olduğundan hemen süzerek atabilirler. Tatlı su balığında, nitrojen içeren atıkların çoğu (yüksek miktarlarda amonyak (NH3) dahil) solungaçlardan yayılma yoluyla çıkar. Böbrekler, boşaltım sisteminin bir organı olmaktan çok, hayvanın su dengesini korumaya yarar. Deniz balıklarının iki türü vardır. Köpek balıkları, tırpana ve kedi balıkları kanlarında çok yüksek seviyede üre taşıyabilirler. Köpek balıklarının kanı diğer omurgalılarda %0.01-0.03 olan orana karşın %2.5 üre taşıyabilir. Diğer tür, örneğin kemikli balıklar çok daha farklıdır. Sürekli olarak su kaybederler, ancak deniz suyunu içtikten sonra tuzdan arındırarak kaybettikleri suyu karşılarlar. Vücutlarındaki atık maddeleri atmak için, kara omurgalılarınkinden farklı sistemlere sahiptirler. Bu nedenle sudan karaya geçişin gerçekleşmesi için böbreği olmayan canlıların bir anda gelişmiş bir böbrek sistemi edinmeleri gerekir. 5. Solunum sistemi: Balıklar suda erimiş halde bulunan oksijeni solungaçlarıyla alırlar. Suyun dışında ise birkaç dakikadan fazla yaşayamazlar. Karada yaşamaları için, bir anda kusursuz bir akciğer sistemi edinmeleri gerekir. Tüm bu fizyolojik değişikliklerin aynı canlıda tesadüfler sonucu ve aynı anda meydana gelmesi ise, elbette imkansızdır.
Sürüngenlerin Kökeni Dinozor, kertenkele, kaplumbağa ya da timsah... Tüm bu canlılar, "sürüngenler" olarak bilinen aileye aittir. Dinozorlar gibi bazı sürüngenlerin soyu tükenmiştir, ama bazıları hala yaşamaktadır. Sürüngenlerin kendilerine has özellikleri vardır. Hepsinin vücudu, "pul" olarak adlandırılan sert kabuklarla kaplıdır. Soğukkanlıdırlar, yani kendi vücut ısılarını üretemezler. Bu yüzden de her gün güneşe çıkıp vücutlarını ısıtma ihtiyacı duyarlar. Yavrularını ise yumurtlayarak dünyaya getirirler.
Bunun bir örneği, iki farklı canlı grubunun yumurta yapılarıdır. Amfibiyenler yumurtalarını suya bırakırlar. Yumurtalar su içindeki gelişimleri için uygun bir yapıdadırlar; son derece geçirgen ve şeffaf bir zar ve jölemsi bir kıvama sahiptirler. Oysa sürüngenler karada yumurtlarlar ve dolayısıyla yumurtaları da karadaki kuru iklime uygun olarak yaratılmıştır. "Amniotik yumurta" olarak da bilinen sürüngen yumurtasının sert kabuğu hava geçirir, ama su geçirmez. Bu sayede yavrunun ihtiyaç duyduğu sıvı, o yumurtadan çıkıncaya kadar saklanır. Amfibiyen yumurtaları eğer karaya bırakılacak olsa, kısa zamanda kuruyacak ve içindeki embriyolar da ölecektir. Bu durum, sürüngenlerin kademeli olarak amfibiyenlerden evrimleştiklerini öne süren evrim teorisi açısından açıklanamayan bir sorundur. Çünkü karada yaşam başlayacaksa, amfibiyen yumurtasının tek bir nesil içinde amniotik yumurtaya dönüşmesi zorunludur. Bunun evrim mekanizmaları olarak öne sürülen doğal seleksiyon-mutasyon tarafından nasıl yapılmış olabileceği açıklanamamaktadır. Biyolog Michael Denton bu konudaki evrimci açmazın detaylarını şu şekilde açıklar: Tüm evrim ders kitapları sürüngenlerin amfibiyenlerden evrimleştiğini ileri sürer, ancak hiçbiri sürüngenlerin temel ayırt edici adaptasyonu olan amniotik yumurtanın birbiri ardınca oluşarak biriken küçük değişikliklerin sonucu nasıl dereceli şekilde ortaya çıktığını açıklamaz. Sürüngenlerin amniotik yumurtası, amfibiyenlerinkinden büyük ölçüde daha kompleks ve tamamen farklıdır. Bütün hayvanlar aleminde birbirinden bu kadar farklı başka iki yumurta yoktur... Amniotik yumurtanın ve amfibiyen-sürüngen geçişinin kökeni, evrim şemalarında hiçbir zaman gösterilemeyen temel omurgalı bölümlerinden biridir. Örneğin bir amfibiyenin kalp ve aort damar kemerlerinin nasıl dereceli olarak sürüngen ve memeli koşullarına dönüştüğünü tasarlamak, kesinlikle korkunç problemler ortaya çıkartacaktır...92Öte yandan, fosil kayıtları da sürüngenlerin kökenini evrimci bir açıklamadan yoksun bırakmaktadır.
Aynı gerçek Stephen Jay Gould tarafından da kabul edilmekte ve Gould, "Hiçbir fosil amfibiyen, tümüyle karada yaşayan omurgalıların (sürüngen, kuş ve memelilerin) atası olarak görünmüyor." demektedir.95 Şimdiye dek "sürüngenlerin atası" olarak gösterilmeye çalışılan en önemli canlı ise, Seymouria adlı amfibiyen türü olmuştur. OysaSeymouria'nın bir ara form olamayacağı, Seymouria'nın yeryüzünde ilk kez ortaya çıkışından 30 milyon yıl öncesinde de sürüngenlerin yaşamış olmasının bulunmasıyla ortaya çıkmıştır. En eski Seymouria fosilleri, Alt Permiyen tabakasına, yani bundan 280 milyon yıl öncesine aittir. Oysa bilinen en eski sürüngen türleri olan Hylonomus ve Paleothyris, Alt Pensilvanyen tabakalarında bulunmuşlardır ki, bu tabakalar 330-315 milyon yıl öncesine aittir.96 "Sürüngenlerin atası"nın sürüngenlerden çok sonra yaşamış olması, elbette imkansızdır. Kısacası bilimsel bulgular, sürüngenlerin yeryüzünde evrim teorisinin öne sürdüğü gibi kademeli bir gelişimle değil, hiçbir ataları olmadan bir anda ortaya çıktıklarını göstermektedir. Yılanlar ve Kaplumbağalar Öte yandan yılan, timsah, dinozor ya da kertenkele gibi çok farklı sürüngen sınıflamaları arasında da aşılmaz sınırlar vardır. Bu farklı sınıflamaların her biri, fosil kayıtlarında birbirlerinden çok farklı yapılarıyla ve birdenbire belirir. Evrimciler, bu farklı gruplar arasında, yapılarına bakarak evrimsel süreçler hayal ederler. Ama bu varsayımların fosil kayıtlarında bir karşılığı yoktur. Örneğin yaygın bir evrimci varsayım, yılanların, ayaklarını kademeli olarak yitiren kertenkelelerden evrimleştiği yönündedir. Ancak ayaklarını mutasyon sonucunda kaybetmeye başlayan bir kertenkelenin nasıl olup da daha "avantajlı" hale gelebileceği ve doğal seleksiyon tarafından "seçileceği" sorusu cevapsızdır.Kaldı ki, fosil kayıtlarında bulunan en eski yılanlar da, hiçbir "ara form" özelliği taşımayan ve günümüzdeki örneklerinden farksız canlılardır. Bilinen en eski yılan fosili, Güney Amerika'da Üst Cretaceous Devri'ne ait kayalıklarda bulunmuş olan Dinilysia'dır. Robert Carrol, bu canlının "son derece ilerlemiş bir evrim düzeyinde olduğunu", yani yılanların karakteristik özelliklerine zaten sahip olduğunu kabul etmektedir.97
Maalesef, kaplumbağalar diğer omurgalılardan çok daha fazla ve iyi korunmuş fosiller bırakmasına rağmen, bu oldukça başarılı cinsin kökeni erken dönem fosillerinin eksikliğinden dolayı bulanıklaşmıştır. Triassic Dönemi'nin (yaklaşık 200 milyon yıl önce) ortalarına doğru kaplumbağalar sayısızdı ve temel kaplumbağa özelliklerine sahipti... Kaplumbağalar ile muhtemelen kurbağaların evrimleşmiş olduğu ilkel sürüngenler olan cotylosaurlar arasındaki geçiş tamamen eksiktir.98Robert Carroll da, kaplumbağaların kökenini "halen çok az bilinen önemli geçişler" arasında saymak zorunda kalmıştır.99 Tüm bu söz konusu canlı sınıflamaları, yeryüzünde bir anda ve ayrı ayrı ortaya çıkmışlardır. Bu durum, yaratılmış olduklarının bilimsel bir kanıtıdır.
Uçan Sürüngenler Sürüngenler sınıfı içinde yer alan ilginç bir canlı grubu, uçan sürüngenlerdir. Bunlar, yaklaşık 200 milyon yıl önce Üst Triasik Devri'nde ilk kez ortaya çıkmış ve daha sonra ise soyları tükenmiş bir canlı grubudur. Bu canlılar birer sürüngendirler, çünkü sürüngen sınıfının temel özelliklerine sahiptirler: Metabolizmaları soğukkanlıdır (ısı üretemezler) ve vücutları pullarla kaplıdır. Ancak güçlü kanatlara sahiptirler ve bu kanatlar sayesinde uçabildikleri düşünülmektedir.
Nitekim "yarım kanatlı" canlıların yaşamış olması da mümkün değildir. Çünkü bu tür hayali canlılar, eğer yaşamış olsalardı, ön ayaklarını kaybettikleri, ama henüz uçacak durumda da olmadıkları için diğer sürüngenlere göre dezavantajlı hale geleceklerdi. Bu durumda ise, evrimin kendi kabulüne göre elenip soylarının tükenmesi gerekirdi. Nitekim uçan sürüngenlerin kanatlarının yapısı incelendiğinde, bunun asla evrimle açıklanamayacak kadar kusursuz bir yaratılışa sahip olduğu görülür. Uçan sürüngenlerin kanatları üzerinde diğer sürüngenlerin ön ayakları gibi beş tane parmakları vardır. Ancak dördüncü parmak, diğer parmaklardan ortalama 20 kat daha uzundur ve kanat da bu parmağın altında uzanır. Eğer kara sürüngenleri uçan sürüngenlere evrimleşmişlerse, o halde söz konusu dördüncü parmak da yavaş yavaş, kademe kademe uzamış olmalıdır. Sadece dördüncü parmak değil, tüm kanat yapısı, rastlantısal mutasyonlarla gelişmeli ve tüm bu süreç de canlıya avantaj kazandırmalıdır. Evrim teorisinin paleontolojik düzeydeki önde gelen eleştirmenlerinden biri olan Duane T. Gish, bu noktada şu yorumu yapar: Bir kara sürüngeninin kademeli bir biçimde bir uçan sürüngene dönüşebileceği varsayımı tümüyle tutarsızdır. Böyle bir dönüşüm sırasında ortaya çıkacak olan yarım, tamamlanmamış yapılar, canlıya bir avantaj kazandırmak bir yana, onu tümüyle dezavantajlı hale getirecektir. Örneğin evrimciler, bazı mutasyonların sadece dördüncü parmağı etkilediğini ve onu zaman içinde yavaş yavaş uzattığını varsayarlar. Elbette, diğer bazı rastlantısal mutasyonların da, her ne kadar inanılmaz gözükse de, bu yönde tam bir iş birliği yaparak, kanat zarının, uçuş kaslarının, tendonların, sinirlerin, kan damarlarının ve kanat için gereken diğer yapıların kademeli olarak evrimleşmesini sağlamaları gerekmektedir. Belirli bir aşamada, gelişmekte olan bu uçan sürüngen %25'lik bir kanat dokusuna sahip olacaktır. Ancak bu garip yaratık hiçbir şekilde yaşayamayacaktır. %25'lik bir kanat dokusu ona ne avantaj sağlayabilir? Açıktır ki, bu canlı uçamayacaktır ve artık eskisi gibi koşamayacaktır da.100 Triasik Devir'de ortaya çıkan tüm uçan sürüngenler (pterosaurlar) uçuş için çok özelleşmiş yapıya sahiptir... Atalarının ne olduğu konusunda ve uçuşlarının kökeninin ilk aşamaları hakkında ise hiçbir bulgu yoktur.101Carroll, daha sonra, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution adlı çalışmasında pterosaurları hakkında fazla bir şey bilinmeyen önemli geçiş türleri arasında saymaktadır.102 Görüldüğü gibi, uçan sürüngenlerin evrime delil oluşturan hiçbir yönü yoktur. Ancak sürüngen terimi çoğu insan için sadece karada yaşayan canlıları ifade ettiği için, popüler evrimci yayınlar, "uçan sürüngen" kavramıyla "sürüngenlerin kanatlanıp uçması" imajı vermeye uğraşırlar. Oysa kara sürüngenleri ile uçan sürüngenler, aralarında hiçbir evrimsel ilişki olmadan ortaya çıkmışlardır.
Deniz Sürüngenleri Sürüngenler sınıflamasının bir diğer ilginç kategorisi ise, deniz sürüngenleridir. Bu canlıların büyük bölümünün soyları tükenmiştir; deniz kaplumbağaları ise bu grubun halen yaşayan bir cinsidir. Deniz sürüngenlerinin kökeni, aynı uçan sürüngenler gibi, evrimci bir yaklaşımla açıklanamaz durumdadır. Bilinen en önemli deniz sürüngeni, Ichthyosaur olarak bilinen canlıdır. Edwin H. Colbert ve Michael Morales, Evolution of the Vertebrates adlı kitaplarında bu canlıların kökeni hakkında evrimci bir yorum yapılamayışını şöyle kabul ederler:Deniz memelilerinin pek çok yönden en özelleşmiş türü olan Ichthyosaur, erken Triasik Devri'nde ortaya çıkmıştır. Sürüngenlerin jeoloji tarihine girişleri son derece ani ve dramatik bir şekilde olmuştur; Triasik öncesi devirlere ait fosil yataklarında, Ichthyosaurlar'ın muhtemel atalarına ait hiçbir iz yoktur... Ichthyosaur ilişkileri hakkındaki en temel sorun, bu sürüngenleri bilinen başka herhangi bir sürüngen takımına bağlayabilecek hiçbir sonuca götürücü delilin bulunamayışıdır.103
(Ichthyosaur hakkında) hiçbir ilkel form bilinmemektedir. Ichthyosauryapısının kendine özgü özellikleri, gelişmek için çok uzun bir zaman dilimi gerektirmektedir ve dolayısıyla bu canlıların çok eski bir kökene sahip olmalarını gerektirir. Ama bu canlıların atası olarak kabul edilebilecek hiçbir Permiyen Devri sürüngeni bilinmemektedir.104Sonuç olarak, sürüngenler sınıflaması içinde yer alan farklı canlılar, aralarında evrimsel bir ilişki olmadan yeryüzünde ortaya çıkmıştır. Aynı durum, ilerleyen sayfalarda inceleyeceğimiz gibi, memeliler için de geçerlidir. Uçan memeliler vardır (yarasa) ve deniz memelileri vardır. (yunuslar ve balinalar) Bu farklı sınıflamalar ise evrime bir kanıt değil, aksine evrim için açıklanamayan büyük birer sorundur. Çünkü tüm farklı sınıflamalar, aralarında hiçbir geçiş formu bulunmadan ve tümüyle farklı yapılarıyla yeryüzünde aniden belirmiştir. Bu ise, tüm bu canlıların yaratılmış olduklarının çok açık bir bilimsel kanıtını oluşturmaktadır. | |||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
21 Mart 2010 Pazar
GERÇEK DOĞA TARİHİ -I- (OMURGASIZLARDAN SÜRÜNGENLERE)
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder